İnsan davranışlarını anlama arayışımız binlerce yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu süreç boyunca düşünürler ve araştırmacılar, insan davranışlarının kaynağının metafizik güçler mi yoksa içsel süreçler mi olduğunu tartışıp durdular. 20. yüzyılın başlarındaysa bir grup bilim insanı psikolojide belli bir dönem çok popüler olacak bir ekol kurdular: Davranışçılık ekolü.
Davranışçılık, John B. Watson’ın 1913’te çıkan Psychology as the Behaviourist Views It kitabından sonra 1950’lere kadar popülerliğini korudu. Davranışçılığa göre tüm insan ve hayvan davranışları çevreyle etkileşim sonucu meydana geliyordu. Bu noktada da davranışçılık, bireyin düşüncüleri ve duyguları gibi bilgileri göz ardı ederek insanların ve hayvanların gözlemlenebilir davranışlarını sistematik olarak inceliyordu.
Bu yönüyle davranışçılık ekolü modern psikolojiyi, eğitimi, yönetimi, pazarlamayı ve hatta insan-bilgisayar etkileşimini bile etkiledi. Günümüzdeyse yapay zekadaki son gelişmelerle birlikte insan davranışlarının şekillendirilebilir bir mekanizma olup olmadığı sorusu yeniden gündeme geldi.
Peki insan davranışları gerçekten de bir makineninki kadar sistematik bir şekilde mi ortaya çıkıyor? İnsan davranışlarının kökeninde ne var? Gelin bu yazımızda davranışçılık ekolünün gözünden bu soruları cevaplamaya çalışalım.
Davranışçı Psikolojinin Doğuşu
İnsan davranışları duyguların, kültürel normların ve bireysel deneyimlerin bir karışımıdır. Bu nedenle de verdiğimiz her karar, giriştiğimiz her eylem aslında anlaşılması neredeyse imkansız bir etkileşimden beslenir. Sonuçta duygular, kültürel normlar ve deneyimlerin nasıl bir araya gelip de bir davranışa sebep olduğunu açıklamak pek kolay değildir. Ancak davranışçılar böyle düşünmüyordu.
Davranışçılıktan önce psikolojiye zihinle ilgili soyut kavramlar hakimdi. O zamanların bazı psikologları duyumlar, algılar ve hisleri analiz ediyordu. Bazıları da davranışı evrimsel bir bakış açısıyla ele alıyordu. Ve bu fikirler çerçevesinde deney ya da gözlem yapmak pek mümkün olmuyordu. Bu yüzden de ortada bir öznellik söz konusuydu.
İşte davranışçı psikoloji bu duruma dur diyecekti. Çünkü davranışçılar insan davranışlarını anlamak için sadece gözlemlenebilir davranışları inceliyordu. Böylece de psikolojiyi deneysel bir temele oturtmuş oluyorlardı. Ve çok geçmeden bu fikir tüm akademik çevrede oldukça büyük ses getirecekti.
Peki bu köklü değişim nasıl gerçekleşti dersiniz? Neden davranışçılar sadece gözlemlenebilir davranışlarla ilgilenmeyi seçtiler? Aslında bu soruların cevabı o dönem gerçekleşen Sanayi Devrimi’nde yatıyor. Makinelerin icadı, davranışa bambaşka bir gözle bakmamıza sebep olmuştu. Basit ve anlaşılabilir parçalara bölünmüş, çağın indirgemeci, deterministik ve öngörülebilir bakış açısı insan davranışlarına uygulanmak için harika bir adaydı.
İnsan Doğduğunda Aslında Tertemiz Bir Sayfadır
Yazımızın başında bahsettiğimiz John B. Watson’a geri dönelim. Davranışçılığın babası olarak bilinen Watson; psikolojinin sadece gözlemlenebilir odaklanması gerektiğini, bilişsek ve zihinsel süreçlerin incelenmesinin tamamen terk edilmesi gerektiğini söylüyordu. Çünkü Watson’a göre insanlar dünyaya tertemiz sayfalar olarak geliyordu. Kişinin kimliğinin ve eylemlerinin koşullara bağlı olarak oluştuğunu öne sürüyordu.
Hatta Watson bu kavramı henüz 9 aylık bir bebek olan Albert ile yaptığı deneylerle açıklamaya çalışmıştır. Küçük Albert adını verdiği bu deneyde Watson, Albert’e beyaz bir sıçan, tavşan ve maymun gösterir. Bebekler korkusuz ve saf olma eğiliminde oldukları için normalde bu hayvanlardan korkmazlar. Ancak Watson, Albert’e bu hayvanları gösterirken bunu yüksek ve ürkütücü bir sesle birleştirerek yapar.
Böylece Watson, insan davranışını sadece çevresel bir faktörle manipüle etmeyi başarmıştı. Zaten kendisi de “Bana bir düzine sağlıklı, iyi biçimli çocuk ile onları yetiştirmem için kendi dünyamı verin; ırkları, tutkuları, yetenekleri, eğilimleri ne olursa olsun onları istediğim gibi eğitebilirim. Doktor, tüccar, avukat, sanatçı hatta bir hırsız ya da dilenci.” demişti.
Aslında bir çocuğu bu kadar etkili bir şekilde eğitebilecek olmamız bir noktada sinir bozucudur. Çünkü buradan bakınca insan bir makineye dönüşür. Ayrıca bu tarz deneylerin başarısı insanların özgür iradesinin olmadığı savına da destek çıkıyor gibi görünmektedir. Çünkü nasıl bir davranış sergileyeceğimiz her zaman bizim kontrolümüzde olmayabiliyor. Bu nedenle de davranışçılara göre seçimlerimizin veya duygularımızın pek önemi yoktu. Önemli olan koşullardı ve davranışçıların asıl amacı da bu koşulları bulmaktı.
Davranışçı Bakış Açısının Merkezinde Gözlemlenebilir Davranışlar Vardır
Bu durum elbette onların duyguları ve zihinsel süreçleri önemsiz bulduğu ve yok saydığı anlamına gelmiyor. Davranışçılar sadece zihnin bir kara kutu olduğunu düşünüyorlardı. Çıktılar mantıklı olduğu sürece içerde neler olup bittiğini bilmenin önemli olmadığını savunuyorlardı. Bu görüşlerini kanıtlamak için de birçok deney yaptılar.
Örneğin bu deneylerden birisi Albert Bandura’nın deneyidir. Bandura bu deneyinde çocuklara, yetişkin bireylerin oyuncak bir bebekle agresif bir şekilde oynadığı bir video izletti. Daha sonra Bandura aynı oyuncak bebeği çocuklara verdiğinde çocuklar, tıpkı videodaki yetişkin gibi davrandı. Kısacası çocuklar gözlemsel öğrenme yoluyla yetişkinleri taklit ediyordu.
Ancak asıl gerçek öğrenme gördüğünü aynen kopyala-yapıştır yapmak değildir. Bu deney için konuşacak olursak, çocukların yaptıkları şeyin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu bilmesi gerekir. Mesela küçük çocuklar, soba gibi sıcak nesnelere karşı dikkatli olmaları gerektiğinin farkında değildir. Ama bir kez ellerini yaktıktan sonra aynı davranışı tekrarlamazlar. İşte bu yüzden bir davranışı gerçekleştireceğimiz zaman bizi bu davranışa iten veya bizi caydıran iyi ve kötü şeyleri bilmemiz gerekir.
İşte davranışları olumlu veya olumsuz çağrışımlarla ilişkilendirme sürecine psikolojide koşullanma denir. Ve bu kavram davranışçı hareketin popüler deneylerinden biri olan Pavlov’un köpekleri deneyinde açıkça gösterilmiştir.
Elbette davranışçılığın keşifleri bunlarla sınırlı değildi. Mesela Burrhus F. Skinner, ödüllerin sıklığını ve zamanlamasını azaltarak istenen davranış üzerinde daha fazla etkili olunabileceğini fark etmişti. Eğitim psikolojisinin babası olarak bilinen Amerikalı psikolog Edward Thorndike ise edimsel koşullanma adını verdiğimiz bir kavram ortaya atmıştı. Edimsel koşullanmada bir davranışı güçlendirmek veya azaltmak için pekiştireçler ve cezalar söz konusuydu. Bu yüzden yapılan deneyler her ne kadar psikolojiye katkı sağlasa da bazı deneyler etik dışı oluyordu.
Bilişsel ve Hümanistik Psikolojinin Davranışçılığa Karşı Eleştirileri
Davranışçılık, ortaya çıktığı ilk günden itibaren eleştirilerin odağı oldu. Akademik anlamdaki ilk eleştiriyi de benimsediği indirgemeci bakış açısı dolayısıyla aldı. Çünkü yüzyıllardır insanmerkezci bakış açısının saltanatı hakimdi. Ancak davranışçılar, davranış sergileme bakımından insanlar ve hayvanlar hatta makineler arasında pek fark görmüyordu.
Yine de davranışçılığa en büyük eleştiri bu değildi. 1950’lerde yaşanan bilişsel devrim sonrası zihnin kara kutusunu anlamaya başlamıştık. Fakat hatırlayın, davranışçılar zihinsel süreçleri göz ardı etmemekle beraber onları o kadar da önemli görmüyordu. Bunun yerine çıktıya yani gözlemlenebilir davranışlara odaklanıyorlardı.
İlerleyen yıllarda hümanist görüşün yükselmesiyle birlikte davranışçılık ekolü bir kez daha eleştirilerin odağı oldu. Duygular, deneyimler, kişinin benzersizliği, empati gibi kavramlar ortaya çıkmaya başladı. Bu nedenle de davranışçılığın indirgemeci bakış açısı popülerliğini yitirmeye başladı.
Yine de Bu Ekol Tarihin Tozlu Sayfalarında Kaybolmadı
Onun yerine davranışçılık ekolü kendisini değişen şartlara göre yeniden biçimlendirdi. Bunun sonucundaysa davranışçılığın bir nevi tam tersini söyleyen bilişsel psikoloji ile birleşti. Ve bugün bu birleşimi bilişsel davranışçılık olarak tanıyoruz. Bilişsel davranışçılığa göre insanlar yalnızca dış uyaranlara tepki vermekle kalmıyordu. Aynı zamanda bilgiyi içsel olarak da işliyordu.
Peki davranışçılar neden olaya en baştan bu bakış açısıyla bakmadı? Çünkü davranışçıların elinde zihinsel süreçleri anlamalarına yarayacak hiçbir bilgi yoktu. Kimsenin elinde yoktu hatta. Hatırlayın, davranışçılığın 1910’larda ilk olarak ortaya çıktığından bahsetmiştik. O zamanlar bilim dünyası için zihin tam bir kara kutuydu.
Fakat daha sonra modern bilimin ilerlemesiyle devreye sinirbilim girdi. Bu sayede beyni daha iyi anlamaya başladık. Hatta anlamakla da kalmadık, birtakım etkenlerin beynimizde nasıl etkiler meydana getirdiğini ölçmeye başladık. Bu nedenle davranışçılık ekolünün önemi yadsınamazdır. Eğitimden toplumların yönetimine kadar birçok alanda kendini gösteren bu ekol olmasaydı ne ona tepki olarak bilişsel psikoloji doğabilirdi ne de eğitim sistemlerinin temelindeki çeşitli kuramlar meydana gelebilirdi.
Kaynaklar ve İleri Okumalar
- The Rise and Fall of Behaviorism: Are We More Than Machines? ; Bağlantı: The Rise and Fall of Behaviorism: Are We More Than Machines? (thecollector.com) ; Yayınlanma tarihi: 19 Kasım 2023
- Are you Conditioned? Behaviorism’s Greatest Experiments Explained ; Bağlantı: Are you Conditioned? Behaviorism’s Greatest Experiments Explained (thecollector.com) ; Yayınlanma tarihi: 23 Nisan 2022
Matematiksel